Makale

Homofobi ve transfobi ile gerçek bir yüzleşme için başlangıç

(Özgür Gelecek Gazetesi’nin 37 ve 38. sayılarında “Göğün Yarısı” köşesinde yer yayımlanmıştır)

Yaklaşık 3 yıldır adımlamaya (belki emeklemek desek daha doğru olur) çalıştığımız kadın mücadelesinde bugün bulunduğumuz yeri değerlendirirken hep yapamadıklarımız üzerinden söze başlıyoruz. Bunun elbette bir kültürün sonucu olmakla birlikte diyalektik bir yöntem olduğunu söylemek mümkün değil. Tüm olumluluk ve olumsuzluklarımızla, “işe” başladığımız noktayla bugün geldiğimiz nokta arasındaki mesafeyi (hem pratik hem de meseleye bakış anlamında) ölçerek bir değerlendirme yapmak daha doğru sonuçlar verecektir.

Geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiğimiz Kurultay Örgütleme Konferansı’nda böyle bir değerlendirme yaparak yolumuzadevam etmiştik. Bunu süreklileştirmek (ki bugün için bunun anlamı Kurultay çalışmalarına hız vermektir), “arada” bir “durup” geriye doğru bakmak, bugünü değerlendirerek, yarınki çalışmalarımızı planlamak zorunluluktur. Yine de bazen bize “nereden nereye” dedirtecek gelişmeler yaşandıkça kat ettiğimiz yolu görmek, çalışmaya yeni başlamış gibi bizi heyecanlandırmakta.

Yeni Demokrat Kadın çalışmasının başlangıcıyla birlikte, kadın sorununa nasıl baktığımızı ortaya koymaya çalıştığımız ve Partizan dergisinin 74. sayısında yayımlanan yazılara bugün baktığımızda işte böylesi bir heyecan duymaktayız.

Nitekim Sosyalist Kadın dergisinde bahsi geçen yazılara ilişkin bir değerlendirme yazısının yayımlanması tekrar en başa bakmamıza vesile olarak kat ettiğimiz yolu göstermesi bakımından değerli bir etki yarattı.

Kadın sorununa ilişkin (ve tamamı kadın yoldaşlarımız tarafından yazılan) bu dosya aslında bizim açımızdan daha yayımlanır yayımlanmaz “eski”mişti. Daha yayımlanırken ne kadar eklektik, yer yer “dogmatik” yaklaşımların bulunduğu tarafımızdan da tespit edilmiş ve üzerinden geçen zaman dilimi içinde birçok konuda, pratik süreç içinde öğrenerek ve de dışımızdaki (feminist ya da devrimci, demokratik) kadın örgütlenmelerini, onların bizim için çok değerli olan görüşlerini-tartışmalarını inceleyerek fikirlerimizi geliştirmiştik. Nitekim yaptığımız konferansa bu yeni fikirlerimiz damgasını vurmuş, yazıların hazırlanmasının ardından biz çoğu noktada onu aşmıştık. Bu durum gazetemizdeki sayfalarımızda ve Göğün Yarısı köşesinde de yansımasını bulmuştu kuşkusuz.

Sosyalist Kadın dergisinde yayımlanan değerlendirmenin bu gelişmeyi (en azından bu sayfalardan takip edebildiği kadarıyla) dikkate alarak yapılmasını elbet tercih ederdik, ama yine de bugün hemen hemen tamamına katıldığımız eleştirileri-katkıları bizim için oldukça değerli bir noktada durmaktadır. Normal şartlarda bu yıl yapmayı planladığımız ancak çeşitli nedenlerle 2013’ün Şubat ayına ertelediğimiz kurultayımızda da 3 yıldır kat ettiğimiz yolun ifadesi olarak sonuçlandırmayı düşündüğümüz program çalışmasıyla bu gelişmeyi kayıt altına almayı planlıyoruz.

Buradan aslında başta planladığımız konuya bir giriş yapabiliriz. Bugün bizi “nereden nereye” dedirten bir gelişmeye dair –eşcinselliğe yönelik- geldiğimiz aşamayı değerlendirmek istiyoruz.

Her ne kadar Partizan’daki dosyada LGBT bireylere yönelik bir görüş ortaya koymuşsak da, bu konuda yolun oldukça gerisinde olduğumuz, homofobi ve transfobi ile (köken itibariyle bunlardan biraz daha farklı bir gerçeklik olarak bifobi ile) gerçek bir yüzleşme gerçekleştiremediğimiz açıktır. Bu durumun yansımalarını kadın ve erkek tüm yoldaşlarımızda çıplak gözle dahi görmek mümkünken, dünden farklı (ileri demeye dilimiz varmıyor) olarak sözlerimizi daha dikkatli sarf ettiğimiz ancak bunun da inceltilmiş homofobi-transfobiden ileri gitmediğinin farkındayız.

Kadın çalışmasının bir alanı olmamakla birlikte, en yakın alanı olarak tanımlamak yerinde olacaktır eşcinselliği. Kadın çalışmasının odak noktalarının en önemlilerinden biri olarak toplumsal cinsiyet rolleri kadına, kadın(lık) rolünü “bağışlayıp”, o kalıba sıkıştırmak için üstün bir çaba gösterirken, eşcinsellere ise toplumsal cinsiyet içinde dahi bir yer vermemektedir. Kadını, kadın(lık) rolü içine hapsetmeye çalışırken, eşcinsellere nefes alabileceği bir “hücreyi” bile çok görmektedir.

Öyle ya da böyle; toplumsal cinsiyet rolleri iki kesimin de ortak düşman alanı olarak görülmeli; dolayısıyla ilişkilenme sağlanmalıdır.

Bu ilişkilenmenin en önemli ayağını ise hiç kuşku yok ki, toplumsal cinsiyetle birlikte kendimiz başta olmak üzere tüm toplumdaki homofobi ve transfobiye savaş açmak oluşturur/oluşturmalıdır. Öyleyse nedir homo-trans fobi? Öncelikle fobinin akıl dışı, nedensiz korku, kaygı vs. olduğunu hatırlayalım. Fobi her ne kadar böyle tanımlansa da, tüm diğer çeşitlerinde olduğu gibi homo-trans fobinin de altında yatan bir “neden”in olduğunu kabul etmeliyiz.

Bugün geldiğimiz noktadan bakarsak; eşcinselliğin de tıpkı (hiç ayrımsız) kadın veya erkek gibi bir gerçek olduğunu kabul ediyor ve onlara yönelik nefret suçu denilen her türlü saldırı ve ayrımcılığı reddediyoruz. Bu elbette önemlidir ancak bir adım daha attığımızda karşımıza yüzleşmemiz ve alt etmemiz gereken bir gerçeklik çıkıyor: Hepimiz birer homo-trans fobiğiz! İnceltilmiş erkeklikte olduğu gibi kimi kaba yönlerini “yok sayma”, “alay etme”, “dokunmama” gibi en “bariz” halleri bırakmış olmamız, hastalığımızla baş ettiğimiz, onu yendiğimiz anlamına gelmiyor. Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta var; kadınlar homo-trans fobiyi yenme konusunda erkeklere oranla daha güçlü durumdadır, bunun bir nedeni yukarıda bahsettiğimiz “kesişme noktası” iken bir diğer nedeni bizim doğduğumuz andan itibaren “erk”eklik “kompleksi”yle zehirlenmemiş olmamızdır.

Çoğumuz bugün bu fobimizi daha “akılcıl”, “toplumun yapısını gözeten”, tabii ki bizim değil(!) ama içinde yaşadığımız toplumun “ahlakını” rencide etmeyecek bir pencereden bakarak ortaya koyuyoruz.

Yine tıpkı inceltilmiş erkeklikte olduğu gibi; “Elbette homo-trans fobinin etkileri üzerimizde var! Burjuva-feodal toplumda yaşıyoruz. Nasıl bunun üstesinden tamamen gelelim?” tarzı söylemlerle bir yandan sorunu tanımlayarak “büyüklük” gösteriyor, ama diğer yandan aynı cümlelerle durumu meşrulaştırıyoruz.

Eğer biz burjuva-feodal “ahlak”ı reddediyor, ona göre yaşamıyorsak, eşcinsel bireylere neden o “ahlak”ı dikkate almalarını “tavsiye” ediyoruz? Ki tüm ikiyüzlülüğümüzün önündeki duvar, o “ahlak” değil midir?

Eğer biz burjuva-feodal toplumu doğru bir biçimde tanımlıyor, onun cinsiyetler üzerinden yani erkek şovenizmi ve heteroseksist bakış açısıyla kendisini nasıl da tahkim ettiğini biliyorsak, başarısızlığın nedenini burjuva-feodal toplumda değil kadınlığımızda ve en çok da erkekliğimizde aramamız gerekmez mi?

En çok da diyoruz, çünkü çocukluğundan itibaren arkadaşlar arasında “kız gibi”, “anasının kuzusu”, “oğlum sen top musun?” vb. içerikteki “aşağılamalar”la, biraz büyüyünce bir tehdit unsuru olarak erkeğe tecavüzü “kadınlaştırmak” olarak algılatan sistemle büyüyen erkekliğin temel ölçütlerinden biri homofobi olmaktadır. Bu noktada eşcinsellere yönelik bir aşağılama olarak dile getirilen “ibne” kelimesinin anlamının Farsça “kız çocuğu” olması bir tesadüf müdür?

Konuya dair birçok yanlış yaklaşım mevcut elbette, bunlara vurgu yapmak, homo-transfobi ile mücadele etmek alanımızın gerekliliğidir. Onur Haftası vesilesiyle burada sadece konuyu açmış olduk. Ama kapatırken son bir vurgu yapalım, “onca dert-sorun varken” ile başlayan “bu mudur şimdi asıl derdimiz?” sorusuyla biten yaklaşıma dair. Bu çok devrimci görünen iki cümlecik arasına kadın sorunundan çevreye kadar her şeyi koyabilirsiniz, en “meşru” olarak da eşcinselliği… Ama biz, tıpkı kadın sorununda olduğu gibi bu en “meşru” konuda da bu yaklaşımı REDDEDİYORUZ! Evet onca sorunumuz vardır ve bunlardan biri de homo-transfobidir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu